Sene bindokuzyüzatmışlı yıllar. Daha çocuk sayılacak yaşlardayım. Ya dört bilemediniz beş yaşında filan. Dokuz çocuklu bir ailenin altıncı çocuğuyum. Elinden her iş gelen bir Babam, Hayatın yükünü birlikte sırtlama adına, bağda bahçede sürekli Babamla çalışan Annem ve Aile bütçesine katkı sağlamak amacıyla Koza(Pamuk) otu dövmeye(Kazmaya), koza toplamaya Çukurova’ya işe giden benden büyük ablalarım ve ağabeylerim var. Genelde yaz mevsimi böyle geçerdi köyde. “Yaz işin harmanıdır oğlum” derdi Rahmetli Babam. İşte bu günlerde herkes işe gider, bizler ise daha küçük olduğumuzdan evde bırakılırdık. Koza toplamaya traktörlerle gidilir, genellikle yola sabah namazından önce çıkılırdı. Bazen traktöre binebilmek için gidenlerin arkasından ağlardım. Hiç unutmuyorum, ben küçük olduğum için o gün ağlamama dayanamayan ablalarım, beni de yanlarına almışlardı. Dünyalar benim olmuştu sanki. Nede olsa traktöre binecektim. Hava daha sabahın zifiri karanlığı, sabah ayazı insanın suratına kırbaç gibi şaklıyor. Soğuktan üşütüp hasta olmamam için ablalarım beni sarıp sarmalamışlar, başıma da bir tülbent bağlamışlardı. Ablamın kucağında oturuyordum. Başım tülbentle örtülü olduğu için yanımızda bulunan bir teyze bana
-Senin adın ne bakalım kızım? Diye sormuştu.
Koza toplamanın günübirlik olanına, “gidiş geliş” derlerdi. Bazanda, eğer gidilecek tarla uzaksa, zamandan kazanmak için tarlaya taşınılır, İş bitene kadar tarlada kurulan çadırlarda ikamet edilirdi. Bu tarlanın büyüklüğüne göre yirmi, bazen bir ay kadar sürerdi. Buna da “yatılı” derlerdi. Bir defasında babamlar yatılı kozaya gitmişler ve bir ayda kazandıkları para ile bir radyo almışlardı. O zamanlar televizyon filan yok tabii, hali vakti yerinde olan ailelerin radyosu olurdu. Radyosu olmayan aileler, Radyosu olan komşularına gider, ajans(Haber)dinlerdi. Birde hafta içi her gün arkası yarın olur, herkes çoluk çocuk eş dost radyonun başına toplanır, Arakası yarının başlamasını heyecanla beklerdi. Süreli olanlara “Arkası yarın”, bir bölümlük olanlara “Radyo tiyatrosu” denirdi. Arkası yarın hafta içi her gün, Radyo Tiyatrosu ise Pazar günleri olurdu. Arakası yarın bugünün televizyonlarında oynayan dizi filmler gibi, Radyo tiyatroları ise sinema filmleri gibiydi. Kısaca Arkası yarınlar ve Radyo tiyatroları, Çeşitli Roman ve özel olarak yazılmış senaryoların, sesi kulağa hoş gelen ve güzel Türkçeleriyle seslendirme sanatçılarınca canlandırılmış haliydi. Ayrıca olayın geçtiği sahneye göre çeşitli ses efektleri kullanılarak, Sahne zihninizde daha gerçekçi bir biçimde canlandırılırdı. Mesela Yağmur sesi, Rüzgâr sesi çeşitli hayvan sesleri gibi. Her bölüm ortalama yirmi dakika filan sürerdi. Arkası yarını dinleyenler, bir sonraki gün başlayacak olan yeni bölümü iple çekerlerdi. Arkası yarın akşamları başlar, oyunun senaryosuna göre haftalarca sürdüğü olurdu. Öyle sürükleyici olanları vardı ki, millet erkenden radyonun başında kümelenir, arkası yarının başlamasını büyük bir heyecan ve sabırsızlıkla beklerdi. Saati geldiğinde Radyo spikeri Arkası yarın der ve oyunun jenerik müziği eşliğinde Yönetmen, Efektör ve yapımda görev alan seslendirme sanatçılarının isimlerini sayardı, sonra oyun kaldığı yerden devam ederdi. Ogün’den hatırımda kalan sanatçılar Metin Serezli, Çetin Tekindor, Kerim Avşar, Macide tanır, Nurşen Girginkoç, Tomris Oğuzalp ve Ayten Gökçer gibi seslendirme sanatçılarıdır. Oyunlardaki karakterlere bu usta seslendirme sanatçıları, hayalimizdeki anlamı yüklerdi. Seslendirme sanatçısının sesine göre, hayalimizde güzel ve zarif bir kadın, yakışıklı ve güçlü bir erkek karakteri hayat bulurdu. Bu sesler bazen Köroğlu bazen Karacaoğlan bazen de Dadaloğlu olarak misafir olurdu evlerimize. O günlerden bugünüme yansıyan sadece bunlar mı derseniz tabii ki hayır. Mesela evimizin avlu takımında komşumuza ait bir kaysı ağacı vardı. Bu kaysı ağacı öylesine tutardı ki, hani murt gibi derler ya, işte öyle. Bu ağacın meyveleri komşuların tarafına dökülmesine rağmen, bizim tarafa hiç dökülmezdi. Ben buna hep hayret ederdim. Çocuk aklımla bu nasıl oluyor diye düşünür, şöyle bir sonuca varırdım. Kaysı ağacı bizim olmadığı için ağaç meyvelerini bizden tarafa değil de, sahibinden tarafa döküyor. Böyle bir şey olabilir miydi? Eğer bu tasavvur bir çocuğa ait ise evet. Bir gün nedenini şimdi hatırlamıyorum ama erkenden kalkmıştım. Daha gün yeni ağarıyordu. Avluya çıktığımda gördüm ki Rahmetli anacağızım(Yattığı yer nur, mekânı cennet olsun) komşunun kaysı ağacından bizim avluya dökülen kaysıları topluyor, komşunun bahçesine atıyordu. İşin aslını, yani bizim tarafta niye dökülmüş kaysı bulunmadığını anlamıştım ama Annemin bununla ne yapmak istediğini anlayamamıştım. Annemin yanına gittim ve
-Ana niye böyle yapıyorsun? Diye sordum
-Yavrucuğum biliyorsun bu meyveler bize ait değil. Komşumuza ait. Onları bilmeden alır yersiniz diye toplayıp, ait olduğu yere atıyorum dedi
Ben yinede bir şey anlamamıştım.
-Yersek ne olur ki ana? Diye sordum
-Haram olur yavrum dedi
-Haram ne demek ana dedim
-Bak yavrum haram, kısaca bize ait olmayan bir şeye el uzatmaktır dedi.
Annemin bu basit ve yalın tarifiyle, ömrüm boyunca hayatımın her safhasına hâkim olacak olan haram helal kavramını tam manası ile kavramış oluyordum.
Yıllar bir film şeridi gibi geçiyordu. İlkokulu köyümde tamamlamış, köyümüzde ortaokul olmadığı için ortaokula Nahiyemiz(1988 Yılında İlçe Oldu) olan Erzin’de başlamıştım. Nahiyemiz köyümüze altı kilometre civarında idi. O zamanlar Ortaokula gidenler şapka giyerdi. Ailem fakir olduğu için bana şapka alamamıştı. Birinci sınıfta sabahçı olmuştum. Komşumuzun ortaokul ikinci sınıfta okuyan bir oğlu vardı. Sabah onun şapkasını alırdım. Kafama biraz büyük gelirdi ama naparsın idare ederdim. Okuldan gelince ya da yolda karşılaştığımızda şapkasını verirdim. O giyer okula giderdi. Nasıl karşılaşırdınız diye düşünüyorsunuz değil mi? Çünkü arabaya binemezdik ki, yaya olarak gider gelirdik okula. Araba yok muydu derseniz tabii ki araba vardı. Nahiyemizle Köyümüz arasında Skoda(Pikap) Kamyonetler taşırdı yolcuları. Araka tarafı, yani kasasının üzeri brandayla kapalı olurdu, sağlı sollu iki tarafında bank gibi oturaklar olur, yolcular bu oturaklara karşılıklı oturur, öyle yolculuk yapardı. Şoför mahalline binenler torpillilerdi. Şoför mahalli hem rahat hem de tozsuz bir ortamdı. Şimdi bu toz muhabbeti de nereden çıktı diyebilirsiniz. Haklısınız da. Şöyle izah edeyim. O zamanlar asfalt yol yok tabi. Köy yolları hepten toprak yol. Araba hareket edipte belli bir hıza ulaştı mı, eğer aracı uzaktan izliyorsanız, arabayı görme şansınız sıfır ihtimaldir. Gördüğünüz sadece büyük bir toz bulutudur. O toz bulutunu görünce, onun asla bir araba olduğunu düşünemezdiniz bile. Abarttığımı düşünüyorsunuz değil mi? Kesinlikle hayır. İlk aklınıza gelense, onun patlamış bir sis bombası olabileceğidir. İşte hareket halindeki araç, arkasında bıraktığı tozu, kasanın yanları kapalı sadece arkası açık olduğu için, bir vakum gibi içeriye çeker ve haliyle bu tozun hepsi aracın arkasında yolculuk yapanların üzerine konardı. Yolcular araçtan indiği zaman, dedeyi torundan, torunu dededen ayıramazdınız. Çünkü ikisinin de saçı sakalı bembeyaz olurdu. Mübalağa etmiyorum, siz onları kır yıldır yıkanmamış değirmenciler zannederdiniz. İşte bu yüzden, arkaya binenler, İlçeye varıp arabadan indiklerinde üzerlerindeki tozu ancak beş on dakikada çırparlardı. Şimdi bir hayal edin. Arabanın arkasından on kişi inmiş, hepsi aynı hareketi yapıyor. Nasıl bir hareket o?Şöyle. Arabadan inenin ilk işi elleriyle kendi kendini döver gibi, üzerindeki tozları çırpmaya başlıyor. Bu toz çırpma seansı söylediğim gibi asgari beş on dakika sürerdi. Allahtan bizler böyle bir zahmete katlanmak zorunda kalmazdık. Neden mi? Arabaya binemezdik de ondan. Çünkü yol paramız olmazdı. Eğer yirmibeş kuruşumuz olursa, okul çıkışı fırından aldığımız çeyrek sıcak ekmeği yiyerek giderdik köyümüze. Hala o ekmeğin tadı damağımdadır. Okula giderken normal yolu takip etmezdik. Bahçelerin arasından kestirme patika yollardan gider gelirdik. Çoğu zaman hiç paramız olmazdı. Okul çıkışı aç düşerdik yollara. Beraber gidip geldiğimiz arkadaşlar bahçelerden yola dökülmüş meyveleri alır yerlerdi. Ben, asla elimi uzatamazdım. Annemin haram tarifi gelir dikilirdi karşıma. Birde okul kış aylarında olduğu için, sabahın erken saatlerinde ekseriyetle her taraf buz olurdu. O zamanlar kışlar daha çetin geçerdi. Hatırlıyorum. Yollardaki yağmur suyu birikintileri buz tutar, onların üzerinde yürür, oyunlar oynardık. Çantalarımız, eğer bulabilirsek, muşamba torbalardı. Kitaplarımızı muşamba torbalara koyar, ağzını iyice kapatırdık. Okula gidip gelirken, su üzerinde sektirilen taş oyunu gibi, buzlar üzerinde ya da, asfaltta çantaları kaydırma oyunları oynardık. Sabah okula vardığımızda ilk işimiz bir bardak sıcak çay almak olurdu. Sizce ne için alırdık? İçmek için mi? Tabii ki Hayır. Çünkü soğuktan parmaklarımız çalışmaz, ellerimiz tutmaz olurdu. Eğer ilk ders yazılımız varsa, donmuş olan ellerimizle kalemi tutup yazı yazamazdık. İşte aldığımız sıcak çayları avuçlarımızda tutmak suretiyle ellerimizi ısıtırdık. Dedim ya, fukaralık diz boyuydu. Genellikle köyden gelen öğrenciler olarak, elbiselerimiz yamalı olurdu. Diğer öğrencilerin yamalı pantolonuma bakıp bıyık altından güldüklerini hatırlıyorum. Ama her şeye rağmen çocukça mutluluklarımız vardı. Ortaokulda da unutamadığım öğretmenlerim, acısıyla tatlısıyla bir yığın anılarım vardır. Mesela Allah rahmet eylesin Süleyman Ertuğrul Yülek diye bir öğretmenimiz vardı. Aslında Türkçe öğretmeniydi ama din dersimize de gelirdi. Eğer verdiği sureleri ezberlemezsek, bizi tahtaya kaldırır, trampet çalar gibi kafamızı tahtaya vururdu. Onun öğrencileri, eğer namaz kılabiliyor, Annesi ve babasının ardından bir Fatiha okuyabiliyorlarsa, bunu hocamıza borçludurlar. Bir matematikçimiz vardı. Şerafettin Türkmen oda öldü. Allah ona da rahmet eylesin. Sınıfa girer günaydın çocuklar der ne başka bir kelam eder, nede yoklama alırdı. Doğru tahtaya gider ders anlatmaya başlardı. İşin garip tarafı neydi biliyor musunuz? Hocamızın sağ elinde tebeşir sol elinde ise silgi olurdu. Sağ eliyle yazar sol elindeki silgiyle yazdıklarını silerdi. Yok canım, daha neler dediğinizi duyar gibi oluyorum. Evet, evet aynen öyle yapardı. İster işi sıkı tutar yazardınız, isterseniz yazmazdınız. Bu tamamen size kalmıştı. Anlattığı konuyu yazmayan hiç bir arkadaşımıza da, oğlum ya da kızım niye yazmıyorsunuz? Demezdi. Yazan ya da yazmayanın farkı, yazılı yoklamalarda zaten ortaya çıkardı.
Bir seferinde
-Hocam bu cebir ne işe yarar diye sormuştuk
Cevabı şöyle olmuştu
-Çocuklar cebir belinize bağladığınız azık gibidir. Zamanı gelince açar yersiniz.
Birde Sosyal bilgiler öğretmenimiz vardı. Namı değer Laz oğlu Yusuf Tak. Yusuf Tak’ı gördük mü, teşbihte hata olmaz. Azrail görmüş gibi olurduk. Yazılıya gelmeyenlere direk sıfır verirdi. Eskiden köyde hemen hemen her evin bir ya da iki tane ineği olurdu. İnek köylü için geçim kapısı sayılırdı. Bir çuval bulguru olanların, yanında sütü yoğurdu da varsa, geçimini sağlamış sayılırdı. Bizimde bir ineğimiz vardı. O zamanlar çok boş mera vardı. İnekler sabahları nahar yeri denilen yerlerde toplanır, çobanlar tarafından buradan alınarak, sürü halinde meralara götürülür, gün boyu meralarda otlatılırdı. İnekler nöbet usulü ile güdülür(Otlatılır)sırası gelenler, inek başı bir gün olmak üzere, sürüyü güderdi. Nöbetin size ne zaman geleceği, nöbet komşulara geldiğinde bilinirdi. Ortaokul ikinci sınıfa geçmiş, o sene öğleci olmuştum. Bu ara askerlik dönüşü rahmetlik olacak olan ağabeyim askerde, diğer abim ise, o zamanki adı ile Adana İktisadi ve Ticari İlimler akademisinde öğrenciydi. O abim daha sonra ikinci üniversite olarak Ankara Hukuk fakültesini bitirecek ve 21.Dönem Hatay Milletvekili olacaktı. Benim küçüğüm olan erkek kardeşim daha çocuktu en küçük erkek kardeşimizde, o zamanlar daha doğmamıştı bile. Nöbet yaklaştığında, ya Adana’ya abime haber yollarlardı ya da ben giderdim. Çoğu zaman abim gelmez, hatta kızar şöyle derdi “Ya bir adam bulun yollayın. Ben parasını veririm. Korkarım yarın, Reisicumhur olsam bile, köşke acı bir telefon gelir, yetiş inek nöbeti geldi dersiniz” derdi. Daha sonra Milletvekili olduğunda telefon etmiş, ağabey acil gelmen gerekiyor. Çünkü inek nöbeti bize geliyor demiş ve espri yapmıştım. İşte inek nöbeti yine bize gelmiş ve iş bana kalmıştı. Şeytana keyif gerek ya, tam o günde Sosyal Bilgiler dersinden yazılımız vardı. Napalım, elimiz mahkûm gitmiştik nöbete. Bir günümüz çobanlıkla geçtikten sonra, devlikisi gün okula gitmiştim ama son derece korkuyordum. Sosyal Bilgiler dersinden alacağım sıfır umurumda bile değildi. Asıl Yusuf Tak’tan yiyeceğim dayağı düşünüyordum. Üçüncü saat dersimiz Sosyal Bilgilerdi. Kendimi yiyeceğim dayağa hazırlıyordum. Hocamız sınıfa girdi ve bakışlarını bana doğru çevirdi. Göz göze gelmiştik. Gözlerinde öfke vardı. Bakışları kanımı dondurmuştu adeta.
-Hamdi Efendi sen şöyle tahtaya gel bakalım dedi
Belim kırılmıştı sanki. Güçlükle yerimden kalktım, yavaş adımlarla tahtaya çıktım.
-Dün niye gelmedin? Söyle bakalım derken çok hiddetliydi
Öğretmenin karşısında konuşmak ne mümkündü. Beni bir yandan dövüyor, bir yandan da söyleniyordu
-Demek sinemaya gidersin ha, seni adam olasın diye Annen Baban bin bir zahmetle okula göndersin sen sinemaya git öylemi? Git, git de sana diplomayı İhtiyar versin
Ne kadar dayak yedim hatırlamıyorum bile. O zamanlar Nahiyemizde bir sinema vardı. Sinema, Şimdilerde Rahmetli olan ve lakabı “İhtiyar” olan Mustafa Soylu amcanındı. Öğretmenimiz benim okuldan kaçarak, sinemaya gittiğimi düşünüyordu. Başka kimler vardı? Bir Fen Bilgisi öğretmenimiz vardı. Adı Sonay Mehmet Kıbrıslıydı. Gözlüklü zarif bir hanımdı. O derste hep “evet” derdi. İki sözünden bir evetti. Birde Matematik öğretmenimiz vardı Halil Büyükoğlan oda derste hep “peki” derdi. Bir defasında muzip olan arkadaşlarımızdan biri, dersi bırakmış, bu öğretmenlerimizin bir derste kaç defa “evet” ya da “peki” dediklerinin çetelesini tutmuştu. Sizce kaç defa “Evet” ya da “Peki” demiş olabilirler? Tahmin edebilir misiniz? Edemezsiniz tabi. O zaman ben sonucu söyleyeyim size. Sıkı durun şimdi. İkisinin de eveti ya da pekiyi kullanma oranları birbirine yakındı. Bir derste ortalama yetmiş defa. Bir seferinde ise sınıfa girmiştik ama henüz öğretmenimiz gelmemişti. O sıralardan geçenler bilirler. Öğretmen gelene kadar sınıfta gürültü, patırtı şamata gırıla gider, öğretmen kapıdan görününce tabiri caiz ise, kurbağaya taş atılmışçasına ses soluk kesilir ya. İşte yine gürültünün şamatanın gırıla gittiği bir ders başı. Henüz öğretmen görünürde yok. Arkadaşlardan biri, top haline getirdiği büyük bir kâğıt parçasını rastgele fırlatmış, oda sırtı kapıya dönük olan şimdi ismini hatırlayamadığım bir arkadaşımızın kafasına çarpmıştı. Arkadaşımız, hocamız gelmemiş olsaydı, cümlesini nasıl tamamlayacaktı bilemiyorum ama hiddetle “Atanın…”dedi. Fakat cümlesini tamamlayamadı. Zira tam o anda sınıfta ses soluk kesilmişti. Sesin kesildiğine şahit olan arkadaşımız, zeki çocuk tabii, anında sınıfa öğretmenin geldiğini anlamıştı. Yavaşça yüzünü kapıya döndü. Karşısında ismi Resul Ömeroğlu olan öğretmenimiz duruyordu. Arkadaşımıza zeki çocuk demiştim ya, hiç bozuntuya vermeden cümlesini tamamladı “İzindeyiz” ve yerine oturdu.
Günler böyle geçip giderken, Soğuk bir kış günü, okuldan çıkmış köyün yolunu tutmuştuk. Kışın günler kısa olduğu için zaten okul dağıldığında, neredeyse hava kararıyordu. Üç kişiydik ve yatsı ezanına doğru, köyün girişindeki koca yokuş denilen mevkie yaklaşmıştık. Gökyüzü zifiri karanlık, hava yağışlıydı. Yağmur çok şiddetli olmasa da damlaları büyüktü. Ara sıra doluda atıştırıyordu. Yağmur taneleri ve dolu taneleri soğuktan uyuşmuş olan yüzümüze çarpıyor, yüzümüzü bir kamçı gibi cıbartıyordu. Kapkara bulutlar ayı ve yıldızları örttüğü için, etraf insanın içini ürperten zifiri karanlığa bürünmüş, buz gibi esen rüzgâr ise, sanki yağışın şiddetini artıracağının haberini fısıldıyordu donmuş durumdaki kulaklarımıza. Evimize daha fazla ıslanmadan varabilmek için adımlarımızı elden geldiği kadar büyük ve hızlı atıyorduk. Zira gökyüzü, bütün öfkesini yağmur olarak yeryüzüne boşaltacak gibiydi. Köyün girişine varmıştık ki,yukarıdan,Kızlarçayı Köyü tarafından bir motosikletin geldiğini fark ettik.Işığı gözümüzü alıyordu.O yüzden net göremiyorduk.Sanki üzerimize üzerimize geliyor gibiydi.Yanımıza gelmişti ki,durdu.Yağan yağmurdan gözlerimizi tam açamıyor,bir de motorun ışığı gözümüze vurunca,üzerindekinin kim olduğunu göremiyorduk.Motoru kullanan adam bize
-Hayrola çocuklar bu saatte burada ne işiniz var? Diye sordu.
Kendisini göremiyorduk ama onu sesinden tanımış, daha sesini duyar duymaz anında üçümüzde hazır ol vaziyetine geçmiştik. Bu sosyal bilgiler öğretmenimiz Yusuf Tak’tan başkası değildi. Hani her horoz kendi çöplüğünde öter derler ya, Bizlerde Köyümüze yaklaştığımız için biraz cesaretlenmiştik. Öğretmenimize ben cevap verdim. Her hatırladığımda beni son derece duygulandıran ve kimi zaman gözyaşlarıma hâkim olamadığım şu diyalog geçmişti öğretmenimizle aramızda
-Evimize gidiyoruz öğretmenim
-İyide oğlum bu saatte bu havada burada işiniz ne? Diye çıkıştı bize
-Okuldan geliyoruz öğretmenim
-Siz bu köyde mi oturuyorsunuz?
-Evet öğretmenim
-Peki, niye arabaya binmiyorsunuz oğlum?
-Arabaya verecek paramız yokta onun için öğretmenim
Bir an sessizlik olmuştu. Hiç unutmuyorum. Öğretmenimizin sesi ağlamaklıydı. Başını yukarı, gökyüzüne doğru kaldırdı. Belli ki gözyaşlarını, yağan yağmur damlaları alsın götürsün istiyordu. Titreyen sesiyle sordu
-Sen geçen gün yazılıya neden gelmedin?
-İnek nöbeti gelmişti de, inekleri gütmeye gitmiştim öğretmenim
-Oğlum neden o zaman bunu söylemedin?
Yine sükût etmiştim. Cevap verememiştim. Şefkatle başımı okşadı. Bir şeyler söylemek istedi. Yutkundu, vazgeçti. Eğer o sert görünümlü mizaca sahip olmasa, belki de benden özür bile dileyecekti. Ben o an onu hissetmiştim. Ama ben onun ne kadar iyi niyetli birisi olduğunu ve o sert mizacının altında ne kadar merhametli ve yufka bir yüreğin yattığını biliyordum. O yüzden beni dövdüğü için hiçbir zaman ona ne kızmıştım, nede kırılmıştım. Nede olsa o benim öğretmenimdi ve tüm vaktini bizlere bir şeyler öğretmek için harcıyordu. Hani atalarımız demişler ya “Her nimetin bir külfeti olur” diye. İşte benim öğretmenimden yediğim dayakta, ondan öğrendiğim bilgi nimetlerinin bir külfetiydi. En azından ben öyle düşünüyordum.
Biran derin bir sessizlik oldu. Gecenin sessizliğinde sadece yağan yağmur damlalarının ağaç dallarına çarparak çıkarmış olduğu hışırtılar duyuluyordu. Bazen da çakan şimşeğin arkasından gelen gök gürlemeleri. Öylece ne kadar bekledik hatırlamıyorum ama o derin sessizliği bozan öğretmenimiz olmuştu.
-Tamam, yağmur daha fazla hızını artırmadan hemen gidin dedi
O sene bir yazılım sıfır olmasına rağmen Sosyal Bilgiler dersimin ortalamasını altı düşürmeyi başarmıştım. O günkü karşılaşmamızdan sonra öğretmenimizin bana karşı olan tavrı son derece değişmişti. Karneme altı düşen notumu ise yedi olarak vermişti.
Evet, “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” diyen bir dinin mensupları olarak, onlara köle olabildik mi bilmiyorum ama şu bir gerçek ki, onlar gönüllerimizin en müstesna yerinde yer aldılar ve orada hep var oldular. Var olmaya da devam edecekler. Ben biliyorum ki, eğer bugün toplum içerisinde iyi kötü bir yerimiz varsa, bunu büyük ölçüde öğretmenlerimize borçluyuz. Bu yüzden ben, buradan öğretmenlerimizin fani hayattan baki hayata göç edenlerini, en derin sevgi, saygı, minnet ve şükranla anıyor, Allah hepsine gani gani rahmet eylesin diyorum. Halen yaşayanlarına da çoluk çocuğuyla hayırlı, sağlıklı, mutlu bir hayat temenni diyorum.
Evet, hayatımın kısa bir kesitini sizlerle paylaşırken, belki de bu, aynı zamanda geçmişe duyduğum bir özlemin tezahürüydü. Ne yalan söyleyeyim, o günleri özlemle anıyorum. Belki hayat şartlarımız çok iyi değildi ama her şeye rağmen mutluyduk. Eğer sizlerle paylaştığım hayatımın kısa kesitinden, hayata dair alınabilecek dersler varsa, bütün kardeşlerim alıp, bunlardan istifade edebilirler. Varsa eğer hayatımın böyle kayda değer ve ders alınacak tarafı, bu beni ziyadesiyle mutlu edecektir.
HAMDİ GEÇER
2014-11-25 14:10:50